30 Temmuz 2008 Çarşamba

POLONYADA GEZİLECEK YERLER

Polonyanın başkenti Varşova şehridir. 1569 yılında başkent ilan edilmiş ve o zamandan beri bunu korumayı başarmış bir başkenttir. Varşova şehir merkezi yüksek binaların çoğunlukta olduğu bunun yanında Unesco tarafından Dünya Mirası olarak kabul edilen mahallesi bulunan bir kenttir. Bu mahalle arnavut kaldırımlarının ve birbirinden güzel evlerin ve iş yerlerinin bulunduğu ayrı bir kent görünümü vermektedir. Varşovada gezilecek yerler arasında Kültür Sarayı, Devlet Sarayı, Łazienki Parkı, Eski Şehir Meydanı, Hokus Pokus Parkı, Polonya Evi, Asya ve Pasifik Müzesi,Vilanov Sarayı sayılabiir.

HAWAİİ

Hawaii ya da Havai, ABD'nin eyaletlerinden birisidir. Kuzey Büyük Okyanus'da, anakaradan 3.700 kilometre uzaklıkta, bir adalar grubudur.M.Ö. 1000 sıralarında diğer polonezya adaları tarafından işgal edilmiştir. Yaklaşık 800 yıl boyunca çeşitli kabileler buraya yerleşmiş, huzur içinde kültürlerini ve dinlerini devam ettirmişlerdir. 1778 yılında İngiliz Deniz Kaptanı James Cook, Hawaii takımadasına yelken açmış ve ilk Avrupa-Hawaii ilişkisini yaratmıştır. Yine de tarihçiler bu adaya Avrupa'dan ilk gidenin bir İspanyol olduğunu tartışırlar. Avrupa ile ilişkiler sonucu bazı krallar tüm Hawaii adalarının kontrolünü almaya çalışmışlardır. Örneğin, ünlü Kamehameha Avrupalılarla ticaret yaparak onlardan barutlu silahlar elde etmiştir. Hawaii'de bilinmeyen barut teknolojisi sayesinde Kamehameha yavaş yavaş tüm adaları işgal edebilmiştir. Ona karşı çıkan bazı kabileler, oklarla ve mıraklarla kendi ülkelerini koruyamadıklarından, çareyi yüksek uçurumlardan atlamakta bulmuşlardır. İntihar, onlar için teslim olmaktan çok daha iyi idi.
Kamehameha'nın kazandığı topraklar ancak 1893'e kadar dayanabilmiştir. Son kral olan Liliuokalani, Hawaii Reform Partisi (Reform Party of the Hawaiian Kingdom) tarafından yıkılmıştır. Son diktatörlükten sonra bir cumhuriyet kurulmuş, ve dış ülkelere kapalı olan Hawaii ticareti, dünya ekonomisine katılarak üretimini ve ticaretini büyük ölçüde geliştirmiştir. Son olarak 1898'de Amerika himayesi altına girip, 1959'da bir referandumla Amerika Birleşik Devletleri'nin 50. ve sonuncu eyaleti olmuştur.

EYFEL KULESİ


Eyfel Kulesi, dünyanın en çok ziyaret edilen turistik yerlerinden birisidir. Paris'in sembolü olan Eyfel Kulesi, 1887 ve 1889 yılları arasında Fransız Devrimi'nin yüzüncü yıl kutlamaları anısına Dünya Fuarı için yapılmıştır. Aslen 1988 Fuarı için Barcelona'ya yapılması planlanan kule, bu fikir reddedilince Paris'te Seine Nehri'nin kıyısında Champ de Mars'da yapılmasına karar verilmiştir. Kule ismini, tasarımını yapan Gustave Eiffel'den almıştır. Emile Naugier, Maurice Koechlin ve Stephen Sauvestre kulenin yapımında katkısı olan mimarlardır. 31 Mart 1889'da törenle açılışı yapılan Eyfel Kulesi, 6 Mayısta faaliyete geçmiştir. 300 işçinin bir araya getirdiği 18,038 parça demirden oluşturulan kule, Koechlin'in yaptığı dizaynla iki buçuk milyon perçinle birleştirilmiştir. Çalışmalar sırasında alınan güvenlik önlemlerine rağmen yapımı sırasında bir kişi hayatını kaybetmiştir.
Eyfel Kulesi, yapımından bu yana kendisini ziyaret eden 200,000,000'den fazla insanla, dünyanın yılda en çok ziyaret edilen paralı anıtıdır. Yılda yaklaşık altı milyon kişi tarafından ziyaret edilmektedir. 24 metre yüksekliğindeki televizyon anteni ile birlikte kulenin yüksekliği 324 metredir. Bu yükseklik yaklaşık olarak 81 katlı bir binaya eş değerdir. 1887'de yapımına başlandığında "dünyanın en uzun anıtı" ünvanını Washington Anıtı'ndan alan kule, bu ünvanı 1930'da New York şehrindeki Chrysler Binası'nın yapımına kadar taşımıştır. Eyfel Kulesi günümüzde ise Fransa'nın en yüksek 5. yapısıdır.
7300 ton ağırlığındaki kule güneşle birlikte tepeden yaklaşık 18 santimetreye kadar genleşmektedir ve rüzgarlı havalarda 6-7 cm kadar yana yatmaktadır. Eyfel Kulesi'nin birinci katı 57 metre, ikinci katı 115 metre ve en tepedeki katı ise 276 metre yüksekliğindedir. Kulenin doğu, batı ve kuzey kanatlarındaki asansörlerle birinci ve ikinci katlara çıkılabilir. Tepedeki kata ulaşmak için ikinci kattan bir diğer asansöre binmek gerekmektedir. Birinci ve ikinci katlara merdivenle de ulaşılabilirken, üçüncü kata sadece asansörle çıkılmaktadır. Bir kere birinci ya da ikinci kata çıktıktan sonra, asansör bileti ya da merdiven bileti hangisini almış olursanız olun merdivenler iniş çıkış için serbesttir. Bilet gişesine kadarki 9 basamağın ardından, kulenin birinci katına 328 basamak, ikinci katına 340 basamak ve asansör alanına ulaşmak için 18 basamak bulunmaktadır. Asansörle üçüncü kata gelindiğinde ise gözlem yapılan alana ulaşabilmek için 15 basamaklık bir merdiveni çıkmak gerekmektedir. Merdiven boşluklarının açık olması sayesinde ziyaretçiler, Paris manzarasıyla her an iç içedir. Paslanmasını önlemek amacıyla kule her yedi yılda bir boyanır. 50-60 ton boyanın kullanıldığı işlem sırasında kulenin tek renk görülebilmesi için aşağıdan tepeye doğru koyulaşan üç ayrı tonda boya kullanılır.
Yapımına başlandığında Paris halkı tarafından göz zevkini bozduğu gerekçesiyle direnişle karşılaşan yapı, günümüzde değerli mimari eserlerden birisi olarak kabul edilmektedir. Her seferinde Eyfel Kulesinden nefret ettiğini söyleyen yazar Guy de Maupassant, neden öğle yemeklerini kuledeki restoranda yediği sorulduğunda "çünkü burası Paris'te kulenin görünmediği tek yer" cevabını vermiştir. Yapımının ardından yirmi yıl ömür biçilen kulenin, kullanım süresi dolduktan sonra sökülmesi planlandıysa da 1909'da kulenin çektiği ilgi nedeniyle bundan vazgeçilmiştir. Eyfel Kulesi şekli nedeniyle de çeşitli eleştirilere maruz kalmıştır. Gustave Eiffel'in yapının artistik yönünü ön plana alarak mühendislik kısmına gerekli önemi vermediği eleştirileri ortaya atılmıştır. Bunlara rağmen Eiffel ve mühendisleri, kulenin dayanıklılığı için rüzgarın direnci göz önüne alınarak yapılan matematiksel hesaplamalarla gerekli önlemleri almışlardır.
20. yüzyılın başından itibaren Eyfel Kulesi radyo vericisi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüksek kuleden atlayarak intihar edenlerin sayısı yaklaşık 400'dür. Bu tür olayların ardından kulenin çeşitli kısımlarına güvenlik nedeniyle tel örgü ağları çekilmiştir. 2003 yılında kulenin en tepesinde çıkan bir yangın ise kısa süre içerisinde söndürülmüş, olayda yaralanan olmamıştır.

VENEDİK

Dünya üzerinde görebileceğiniz en sihirli mekanlardan biridir VENEDİK. Denizin ortasına kondurulmuş muhteşem yapılardan oluşan ve üzerinden geçen yüzyıllardan etkilenmeden günümüze gelen bu güzel şehir , insanın görmeden ve içinde yaşayıp o nemli havasını solumadan gözünde canlandırabileceği bir yer değildir.Venedik ; kuzey İtalya'nın doğusunda Adriyatik denizi kıyılarında karaya 4 kilometre uzunluğunda kara ve demir yolu köprüsü ile bağlanan , yaklaşık 118 adacık üzerine kurulu bir ada şehirdir.Venedik'te adacıkları birbirinden ayıran 170 kanal ve birbirine bağlayan 400 köprü bulunur.

venedik ;
tarih boyunca Avrupanın en önemli ticaret başkentlerinden biri olmuştur. Venedikliler, Türklerden ve Araplardan öğrendikleri sayı sistemi ile ticaret aritmetiğini en üst düzeye çıkarmışlar ve bu nedenle bütün Avrupalı tacirler bu aritmetiği öğrenebilmek için Venedik'te açılan birçok oklula gelerek eğitim almışlardır. Venedik nüfusu o dönemlerde 300.000 civarında iken günümüzde 72.000'e kadar düşmüş ve halen azalmaktadır.Yaşlı nüfusun yoğunlukta olduğu Venedik , artık anakarada bulunan Mestre adı verilen yeni şehre doğru kaymaktadır. Venedik'te yaşayanların %50'den fazlası geçimlerini turizmden sağlamaktadırlar.Bugüne kadar ki rekor bir günde 150.000 turisttir.Bu kadar turistik olması ve herşeyin deniz yoluyla taşınması sonucu fiyatlar İtalya'nın geneline göre %10 daha pahalıdır

İTALYA

İtalya (İtalyanca: Italia) ya da resmî olarak İtalya Cumhuriyeti (Repubblica Italiana) güney Avrupa'da, büyük ölçüde İtalya Yarımadası üzerinde yer alan bir ülkedir. Akdeniz'in en büyük iki adası Sicilya ve Sardunya da İtalyan topraklarıdır. Kuzeyde Alpler bölgesinde Fransa, İsviçre, Avusturya ve Slovenya'yla kara sınırı vardır. Bağımsız iki Avrupa ülkesi olan Vatikan ve San Marino da İtalya'nın yarımadadaki toprakları içine sıkışmış enklav (bir başka ülkeyle tümüyle kuşatılmış) ülkelerdir. Campione d'Italia bölgesiyse İtalya'nın İsviçre içinde kalan bir eksklavıdır (ana topraklardan ayrı mülkiyet).
İtalya, yüzyıllar boyunca çok çeşitli Avrupa uygarlıklarına ev sahipliği yapmıştır. Etrüskler ve Antik Romalıların İtalya topraklarını kendilerine yurt edinmelerinin yanı sıra, Rönesans hareketi de İtalya'nın Toskana kentinde doğmuş ve tün Avrupa'ya burada yayılmıştır. İtalya'nın başkenti Roma, yüzyıllar boyunca Batı uygarlığının merkezi olmuş, mimaride barok üslûbunun doğuşuna tanıklık etmiş ve eskiden beri Katolik Kilisesi'nin merkezi olmuştur.
Günümüzde İtalya demokrasiyle yönetilmekte olan bir cumhuriyettir ve ülkelerin kişibaşına nominal gayrisafi yurtiçi hasıla sıralamsında yirminci,[1] insanî gelişme endeksi sıralamasında yirminci, yaşam kalitesi endeksinde sekizinci sırada yer alan gelişmiş bir ülkedir. İtalya, 1957yılında başkent Roma 'da imzalanan Roma Antlaşması'yla kurulan Avrupa Birliği adlı siyasi ve ekonomik örgütlenmenin kurucu üyelerindendir. Yedinci en büyük gayri safi yurtiçi hasılasıyla G8 Zirveleri'nin, NATO'nun, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü'nün, Avrupa Konseyi'nin, Batı Avrupa Birliği'nin ve Schengen Antlaşması'nın da katılımcılarındandır. 1 Ocak 2007 tarihinde sürekli üye sıfatı olmaksızın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde iki yıllık sürecek üyelik dönemine başlamıştır.

BERLİN

Berlin, Almanya'nın başkenti ve en büyük şehridir.II.Dünya Savaşı öncesinde 4.3 milyon kişinin yaşadığı şehirde 2005 itibariyla 3.4 milyon kişi yaşamaktadır. Berlin, kuzey Almanya'da, Spree ve Havel nehirlerinin arasındaki kumluk bölgeye kuruludur. 1949'dan 1990'a kadar Doğu ve Batı Berlin olarak ikiye ayrılmıştı. Aradaki duvara da (Berlin Duvarı) sonradan utanç duvarı denmiştir Kasım 1989'da Doğu ve Batı kısmı ikiye ayıran duvar yıkıldıktan sonra Berlin tekrar bir bütün olmuştur. Berlin'in doğu tarafında yoğun bir restorasyon yaşanmaktadır.Kenti ikiye bölen Spree Nehri'nin, iki kıyısında, Cölln ve Berlin adlı iki balıkçı köyü olarak bölünmüş bir halde iken ilk kez 1307 yılında birleşti. Brandenburg'un (sonra Prusya'nın) başkentiydi. 18. yüzyıla kadar o kadar mühim bir şehir değildi. Ancak Prusya'nın güçlenmesi sürecinde kuzey Almanya, sonra Avrupa'nn bir siyasi, iktisadi ve kültürel merkezi oldu. 1871 yılında Alman İmaparatorluğu'na bağlandı, Hitler zamanında harabeye döndü, müttefik devletler tarafından işgal edildi.İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra şehir Doğu ve Batı Berlin olarak ikiye ayrılmıştır. Kentin imparatorluk merkezi Mitte'de doğuda kaldı. Berlin'i inşa eden mimar Karl Friederich Schinkel'in tasarladığı binalar, büyükelçilikler, saraylar, müzeler hep o tarafta kaldı. Türkiye'den çalınan Bergama Sunağı'nın sergilendiği dünyanın en önemli müzelerinden biri olan Bergama Müzesi , Cölln ile Berlin'i birleştiren anlaşmanın yapıldığı St. Nicholas Kilisesi de Doğu Berlin'de kaldı. Kent tekrar birleştiğinde Berlin her şeyin çiftine sahip oldu. İki parlamento binası, iki büyük üniversite, iki büyük havaalanı, iki kent merkezi ve iki Mısır müzesi vardır.

29 Temmuz 2008 Salı

MİRAÇ KANDİLİ







26 Temmuz 2008 Cumartesi

KIZAMIK

Kızamık, aşı ile önlenebilen hastalıklar arasında en çok çocuk ölümüne neden olan viral bir hastalıktır. Beslenme bozukluğu ve A vitamini eksikliğini artırarak vücut direncini düşüren kızamık, diğer öldürücü hastalıkların ortaya çıkmasını kolaylaştırmaktadır. Hastalanan her 100 kişiden 6-20'si orta kulak iltihabı, ishal ve zatürree, bin kızamıklıdan birinde beyin iltihabı ortaya çıkmaktadır.
Yaz aylarında nadiren görülen kızamık, özellikle soğuk kış aylarında hastalığa yakalanma açısından tepe noktasına ulaşmaktadır. Türkiye'de her 3-4 yılda bir büyük salgınlara neden olan kızamık özellikle mart ve nisan aylarında en fazla olgu sayısına ulaşmaktadır. Yılda 8-30 bin arası olgu bildirilen ülkemizde, kızamık geçiren ortalama her 100 çocuktan 3'ü yaşamını yitirmektedir. Oysa kızamığın son derece etkin, ücretsiz ve uygulaması kolay bir aşısı vardır.
Hastalığın kaynağı insandır. Bulaşma kızamıklılardan, direk damlacık yoluyla olur. Ayrıca hastaların kullandığı çatal, bıçak, bardak gibi eşyalar, kısa bir sürede sağlamlar tarafından kullanılırsa bulaşma olabilir. Kızamık virüsü, tükrük damlacıklarında iki saat canlı kalabilir.
Hastalığın kesin tanısı, hastaların klinik görünümü ve bir kızamık hastasıyla temas öyküsü ile konur. Hastalığın kuluçka süresi 9-10 gündür.

BOĞMACA

Boğmaca, her yaşta duyarlı bireyleri etkileyen, hızlı seyirli, bulaşıcı solunum yolları enfeksiyonudur. Özellikle çocuklarda ağır seyreder. Hastalık etkeni Bordetella pertussis olarak adlandırılmıştır. Boğmaca belirli bir coğrafi dağılım göstermez ve mevsimsel olarak daha çok sonbahar aylarında görülmekle beraber yıl her mevsiminde görülebilir, ancak asıl ortaya çıkmasına neden aşılama oranının düşüklüğüdür. Bu nedenle aşı oranının düşük olduğu bölgelerde daha sık ortaya çıkar. Boğmaca erişkinlerde tanısı zor konulan bir hastalıktır ve genellikle daha ılımlı bir klinik tablo gösterdiğinden basit üst solunum yolu enfeksiyonları ile karıştırılarak tanısı konulamayabilir. Boğmaca hastalığında aşılama büyük önem göstermekte, aşının uygulamaya başlanılmasından sonra hastalığın ortaya çıkış sıklığında ve neden olduğu ölüm olaylarında belirgin bir gerileme olduğu saptanmıştır. Bununla beraber hastalığın sayısında son yirmi yılda artış eğilimi olduğu gözlenmektedir. Bazı bilim adamlarına göre aşılamanın sağladığı koruyuculuğun yıllar içinde azaldığı, yaygın aşılama faaliyetinin doğal yoldan oluşan bağışıklamayı engellediği ve böylelikle yaygın aşılamanın olduğu bölgelerde erişkin insanların bu hastalığa karşı daha duyarlı hale geldiği savunulmakta. Hastalığın görülme sıklığında cinsiyet ayrımı olmamasına rağmen, çocukluk döneminde erkek ve kadınlarda hastalığın görülme sıklığı aynı iken bu durum erişkinlerde kadınlar aleyhine gelişmektedir. Bunun nedeni de kadınların çocuklarla daha çok ilgilenmesinden dolayı etken ajan ile daha çok karşılaşmasıdır. Hastalığın sosyoekonomik düzeyi düşük toplumlarda, toplu yaşam alanlarında, kalabalık gruplar halinde yaşayanlarda, uygun olmayan hijyenik koşullarda, yetersiz ve kötü beslenme durumunda ölüme daha çok sebep olduğu bilinmektedir. Ülkemizde boğmaca salgın bir hastalık olduğundan ve ölümlere sebep olması nedeniyle bildirilmesi zorun bir hastalıktır. Boğmacanın kontrol altına alınabilmesi için 6 yaşın altındaki bütün çocuklara boğmaca aşısının uygulanması çok önemlidir. Sağlık Bakanlığı çocukluk dönemi aşı takvimine göre; herhangi bir engel olmadığı sürece, okula başlayana kadar toplam dört kez boğmaca aşısı yapılması gerekmektedir. İlk iki aylıkken verilir ve ardından birer ay ara ile iki kez daha uygulanır. Dördüncü kez ise 16. ile 24. aylar arasında yapılır. Aşının bazı yan etkileri görülebilir. Aşı yerinde lokal reaksiyonlar (kızarıklık, şişme, ağrı), 38oC’yi geçen ateş, sistemik belirtiler (baygınlık, bulantı, kusma), 3 saatten fazla süren çığlık tarzında durdurulamayan ağlama, konvülsiyon (nöbet geçirme), Anaflaksi (şok), ensefalopati v.b. yan etkiler gelişebilir. Hastalık seyri: Hastalık yapıcı etkenin bulaşma yolu solunum yollarıdır. İnfekte bireyin solunum sistemi salgıları damlacık yolu ile yayılarak diğer insanları infekte eder. Aynı evde yaşayan insanların bağışıklaması yok ise %90 oranında bu hastalığı alırlar. Genellikle ev içinde hastalığa kaynak olan kişi erişkinlerdir. Küçük çocuklar hastalığı sessiz bir şekilde hastalığa yakalanmış olan büyük kardeşleri ve yetişkinlerden alır. Bulaşıcılığın en çok olduğu dönem öksürüğün başlamadan önceki dönemdir, ancak öksürük başladıktan üç hafta sonrasına kadar bulaşıcılık devam eder. Hastalık etken olan ajanın alınımından yaklaşık 4-21 gün sonra ortaya çıkar. Öncelikle hastalığın ilk döneminde burun akıntısı, gözde yaşarma, halsizlik ve fazla yükselmeyen ateş gibi hafif üst solunum yolu enfeksiyonuna benzer belirtiler ortay çıkar. Bu dönemde hastalığın tanısının konulması güçtür. Ancak etrafta boğmaca hastalığına yakalandığı bilinen bireylerin varlığı mevcut ise tanı konulabilir. Bu dönemin ardından kuru öksürük başlar ve çok geçmeden boğmaca için karakteristik şiddetli öksürük nöbetleri ortaya çıkar. Bu dönemde bir dizi soluk verirken patlama tarzı öksürüğü, tipik bir nefes alma sesi (whooping) ortaya çıkar. Öksürüğün şiddeti ile hastada morarmalar ve kusma görülür. Bu dönemde ortay çıkan öksürük nöbetleri sayısı günde otuzu bulabilir, çoğu kez kendiliğinden ve gece ortaya çıkarken bazen gürültü ve soğuk hava gibi faktörlerde nöbetin ortaya çıkmasına neden olabilir. Bu aşamaya kadar hastada ateş ya çok hafiftir yada görülmez. Altı aylık çocuklarda bu dönem farklı seyredebilir, öksürük nöbetlerinden daha çok ani kısa süreli soluk alamama görülebilir. Klasik boğmacanın süresi 6-10 hafta olmakla birlikte, hastaların yarıdan çoğunda hastalık 6 haftadan az, hastaların dörtte birinde ise 3 hafta ve daha kısa sürer. Öksürüğün şiddetinin ve sıklığının azalması ile hasta iyileşme dönemine girer. Bu dönemde, uzun bir aradan sonra yeniden öksürük atakları olabilirse de hastalığın alevlendiği anlamına gelmez, çoğu kez soğuk gibi bir etken ile ortaya çıkmıştır ve bakteri saptanamaz. Tedavi: Altı aylıktan küçük bebeklerin ve kliniği ağırlaşabileceği düşünülen hastaların öksürük nöbetleri, ani soluk alamama, morarma, beslenme güçlükleri ve diğer komplikasyonlar açısından destekleyici tedavi uygulanabilmesi için genellikle hastaneye yatırılmaları gerekir. Hastalarda antibiyotik kullanımı zorunludur. Tercih edilmesi gereken antibiyotik eriythromisindir. Hastalığın bulaşıcı olması ve özellikle 6 ay altındaki çocuklarda ölüme sebebiyet vermesi nedeniyle uzman bir hekim tarafından takip edilmesi ve çocukların aşılarının zamanında yapılması çok önemlidir.

KABAKULAK

Kabakulak Tükrük bezleri ve sinir dokularına yerleşmeyi seven özel bir virüs tarafından çocuk ve erişkinlerde meydana getirilen bulaşıcı bir hastalık. Daha çok çocuklarda görülen bulaşıcı bir hastalıktır. Hastanın ağzından çıkan tükürük damlacıklarıyla bulaşır.Tıp dilinde parotitis epidemica denilen bu hastalık; genellikle kulak altında bulunan tükürük bezlerinin iltihaplanması sonucu ortaya çıkar. Kuluçka devresi, 18 gündür. Hastanın ateşi birdenbire yükselir, genel bir halsizlik görülür. Çok defa kulağın ön ve altında bulunan tükürük bezleri şişer ve acıma hissi duyulur. Yanak ve kulağın altı kabarır, kulak memesi de hafifçe yukarı doğru kalkar. Ağızda kuruluk, dilde pas vardır. İştah da azalmıştır. Bu durum birkaç gün devam ettikten sonra tükürük bezlerindeki şişlik yavaş yavaş kaybolmaya ve hasta iyileşmeye başlar. Hastalığın kendisi çok tehlikeli bir hastalık olmadığı halde; başka hastalıklara zemin hazırlar. Bu hastalıklar arasında; pankreas, gözyaşı keseleri, böbreküstü bezleri, erkeklerde husyeler, kadınlarda yumurtalıkların etkilenmesi önemli sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle en iyi şekilde tedavi edilmesi gerekir.Hastanın sağlıklı kimselerle konuşması, görüşmesi önlenir. Sulu yiyecekler verilir. Kabız olmaması sağlanır. Kabakulak virüsünün yaptığı hastalık, 16-18 günlük bir kuluçka devresinden sonra ortaya çıkar. Hastalığa maruz kalan şahısların yaklaşık % 30-40’ı herhangi bir hastalık belirtisi olmadan hastalığı geçirirler. Geri kalan şahıslarda değişen şiddetlerde hastalık kendisini gösterir. Belirtileri: Vak’aların çoğunda virus, tükrük bezlerini tutar. Hastalık ateş, titreme, kırıklık, kulağın önünde çiğnemeyle artan ağrı ve buradaki tükrük bezinde şişme ile başlar. Nisbeten sık görülen diğer belirtileri arasında, beyin iltihabı ve erişkin erkeklerde yumurtalık iltihabı yapması sayılabilir. Daha az sıklıkta pankreas ve tiroit bezlerini de tutabilir. Kabakulağın bu çeşitli belirtileri birlikte veya ayrı ayrı görülebilir. Tükrük bezine ait belirtiler, hastalığın şiddetine bağlı olarak 1-6 günde geçer. Genellikle her iki yanaktaki tükrük bezlerini birden tutar ve daha ileri durumlara yol açmaz. Erişkin erkeklerde % 20-30 oranında yumurtalık iltihabı (orşiepididimit, orşit) yapabilir. Yaygın kanaatin aksine bu durumun kısırlık ve iktidarsızlığa yol açması sık değildir. % 10 vak’ada menenjite (beyin zarı iltihabı) sebep olur. Menenjit, ateş, baş ağrısı, kusma, ense sertliği ile kendini gösterir; genellikle 5-10 günde kendiliğinden iyileşir. Sağırlık çok nadir olarak görülür. Kabakulak, daha çok 5 ila 10 yaş grubunu tutar. Kabakulak enfeksiyonlarının % 85’i 15 yaşın altında geçirilir; hastalık diğer bütün yaşlarda da görülebilir. Her ikilim ve bölgede hastalığa yakalanabilinir. Kabakulaklı bir hasta, belirtilerin başlamasından birkaç gün öncesinden, tükrük bezindeki şişlik geçene kadar olan sürede (yaklaşık 7-10 gün) hastalığı bulaştırabilir. Kabakulak virüsü tükrük ile atılarak bulaşmayı sağlar. Hastalığın yayılmasını önlemek zordur. Hastanın tecrit edilmesi ve karantina metodları bir derece etkilidir. Hastalık bir defa geçirildikten sonra ömür boyu bağışıklık sağlar. Hastalıktan korunmada en etkili metod aşıdır. Bir yaşını tamamlamış ve kabakulak geçirmemiş herkes aşılanabilir. Aşı tek başına veya kızamık-kızamıkçık aşıları ile birlikte de yapılabilir. Hamilelere yapılmaz. Tedavi: Kabakulak kendi kendisini sınırlayan bir hastalıktır. Destekleyici ve belirtilere yönelik tedavi yapılır. Hastalar mutlak yatak istirahatine alınır ve en az iki hafta diğer şahıslardan ayrı tutulmalıdır. Hastalığın başlangıcında gammaglobulin yapılırsa hafif geçmesi sağlanabilir. Antibiyotik verilmez. Şişmiş tükrük bezlerine sıcak tatbiki ve aspirin kullanma ağrıyı kontrol eder. Bu hastalar, ağrı sebebiyle katı gıdalar alamazlar, sıvı gıdalarla beslenmelidirler.

SU ÇİÇEĞİ

Su çiçeği varisella zoster adı verilen bir virüs tarafından meydana getirilen ateşli bir enfeksiyon hastalığıdır. Varisella zoster virüsü havada 1-2 saat canlı kalan ve çok hızlı çoğalan bir virüstür. Varisella zoster adlı bu virüsün bulaşıcılığı çok yüksektir. Kişiden kişiye daha çok hapşırma, öksürme ile havaya dağılan virüsün solunum yoluyla alınması veya göz ile teması sonucunda bulaşır. Ciltteki su çiçeği döküntüleri ile temas yoluyla da bulaşmaktadır. Su çiçeğinin kuluçka süresi yaklaşık 14-16 gündür.
Yüksek derecede bulaşıcı bir hastalık olmakla birlikte su çiçeği çocukluk döneminde çoğunlukla hafif seyreder ve ciltte kaşıntılı, küçük, yuvarlak lezyonlarla karakterizedir. Teması izleyen ilk 4 gün içinde virüs üst solunum yolu lenf bezlerine yerleşerek çoğalmaya başlar. 7. günde karaciğer ve dalak başta olmak üzere diğer organlara dağılarak çoğalmayı sürdürür. 14. günde kişide ateş, başağrısı, karın ağrısı, halsizlik gibi genel belirtiler ortaya çıkar ve hemen ardından yüz ve saçların arka diplerinden başlayarak omuz ve sırta, daha sonra kol ve bacaklara yayılan içi sıvı dolu cilt döküntüleri kendini gösterir. Döküntü önce kırmızı kabarıklık şeklinde başlar daha sonra içi sıvı dolu hale döner. Hafif geçirilen su çiçeği enfeksiyonunda döküntü sayısı 10-20 tane kadar az olabilmekle birlikte genellikle 300-500 adet döküntü oluşur, bu döküntüler zamanla kabuklanır ve yaklaşık iki hafta içinde dökülür. Su çiçeği virüsü hasta kişinin döküntülerindeki sıvı ile temas veya burun ve boğaz sıvıları yoluyla yani solunum yoluyla yayılabilir.
Döküntüler kaşıntılı ve farklı boylardadır ve içinde sıvı bulunur ve 5-6 günlük bir süre içinde kabuklanarak kurur ve bulaştırıcılığını kaybeder. Gözlerde ve ağız içinde de döküntüler ortaya çıkabilir. 2-3 hafta devam eder ve hastalığı geçirmek kişide hastalığa karşı ömür boyu bağışıklık sağlar. Ancak nadirende olsa ikinci kez su çiçeği çıkaran vakalar görülebilmektedir.
Son derece bulaşıcı olan su çiçeğini bir çocuğun evdeki ailesine bulaştırma oranı %90 olarak gösterilmektedir. Genel olarak çocukların toplu bulundukları ortamlarda, kreş ve okullarda bulaşma çok hızlıdır. Belirtilerin ortaya çıkmasından 2 gün öncesi ve 4-5 gün sonrasına kadar hastalık bulaşıcı konumdadır.
Su çiçeği aşısının kullanılmaya başlanmasından önce sadece Amerika’da yılda 3-4 milyon su çiçeği vakası görülmekteydi. Su çiçeğine bağlı komplikasyonlar nedeniyle yaklaşık 10.000 kişi hastaneye yatırılmakta ve yaklaşık 100 kişi hayatını kaybetmekteydi.
Dünyanın her yerinde görülebilen su çiçeği enfeksiyonu sadece insanlarda görülen bir hastalıktır. Varisella zoster virüsünün ısıya dayanıksız olması nedeniyle salgınlar daha çok mevsim itibariyle Ocak-Mart ayları arasında pik yapar. Türkiye’de 20 yaşına kadar bireylerin yaklaşık %93’ü geçmişlerinde su çiçeğine maruz kalmışlardır.
Tüm vakaların yarısı 5-9 yaş arası çocuklarda görülür. 15 yaş üzeri nüfusun sadece %10’unun su çiçeği hastalığı geçirmediği tahmin edilmektedir. Su çiçeği vakalarının sadece %5’i erişkinlerde olmasına rağmen su çiçeğine bağlı ölümlerin %35’ini erişkinler oluşturmakta, yani hastalık ileri yaşta daha ağır seyretmektedir.
Su çiçeği hastalığı yüksek derecede bulaşıcı bir hastalıktır ve solunum yoluyla hızla yayılır. Bulaşmanın gerçekleşmesi için yakın temas gerekmemekte, aynı ortama girmek yeterli olmaktadır. Su çiçeği geçirmemiş ve su çiçeği aşısı olmamış herkes su çiçeğine hastalığına yakalanabilmekte ve bu kişilerde hastalığın çeşitli organlara verdiği zararlar ortaya çıkabilmektedir. Su çiçeği vakalarının %90’ı 15 yaşına kadar görülmekte ve hemen herkes su çiçeği hastalığını geçirmektedir.
Kimler su çiçeği aşısı olmalıdır?Su çiçeği hastalığını geçirmemiş olan;• Bir yaşından itibaren (tercihen 15 aylık) tüm çocuklar• Kreş ve okula başlayacak olan çocuklar • Bağışıklık kriterleri uygun akut lösemili bireyler, immünyetmezliği olanlar• Kronik hastalığı bulunanlar• Organ nakli planlanan hastalar• Sağlık personeli• Kreş ve okul personeli• Çocukluk çağında aşılanmamış adolesan ve erişkinler.• Doğurgan yaşta olan ve gebe kalmayı planlayan anne adayları
Su Çiçeği nasıl bulaşır?- İnsandan insana soluma, öksürme ve hapşırma yoluyla.- Su çiçeği döküntüleri çok bulaşıcı olduğu için hastayla doğrudan temas yoluyla.- Çocukların kreş, okul, vb. toplu bulundukları ortamlarda bulaşma çok hızlıdır.
Su çiçeği ne zaman bulaşır?Döküntülerin ortaya çıkışından 2 gün önce ve 4-5 gün sonrasına kadar hastalık bulaşıcı durumdadır. Döküntülerin görülmesinden 2 gün öncesine kadarkarakteristik klinik belirtiler görülmediğinden su çiçeğinin bulaşması kolay ve sinsi bir süreç izler.
Su çiçeğinin belirtileri nelerdir?Su çiçeği belirtileri, hasta ile temastan 14 ile 16 gün sonra ortaya çıkmaya başlar. Döküntüden 1-2 gün önce baş ağrısı, ateş, karın ağrısıve halsizlik görülür. Kızarıklıklar kafa derisi, yüz ve gövdenin üst kısımlarından başlayıp daha sonra kol ve bacaklara yayılır.
Su çiçeğinden korunmanın etkili yolu su çiçeği aşısı olmaktır. 1 yaşından itibaren (tercihen 15 aylık) her çocuğun 1 doz su çiçeği aşısı ile korunması önerilmektedir. Hastalığı daha önce geçirmemiş ve aşı olmamış büyük çocuklar veya erişkinler de aşılanması gereken grupta yer almaktadırlar.
Su çiçeği aşısı hekimler arasında “yeni” bir aşı olarak tanınmakla birlikte aslında 30 yıllık bir geçmişe sahip, gerek oluşturduğu bağışıklık, gerek etkinlik, ve gerekse aşının tolerabilite araştırmaları açısından son derece zengin bir aşıdır. Hala devam eden ve ilk aşılanan kişiler üzerinde yapılan araştırmalar su çiçeği aşısının en az 20 yıllık bir koruyuculuğu olduğunu göstermektedir.
Su çiçeği aşısı 1974 yılında Japon bilim adamı Profesör Doktor Michiaki Takahashi ve arkadaşları tarafından Japonya’da geliştirilmiştir.
Aşının geliştirilme aşamasında ilk klinik etkinlik çalışması, 21 ailede su çiçeği geçiren bir çocuk ile temas etmiş 26 sağlıklı çocuk ile gerçekleştirilmiştir. Temastan sonraki ilk 3 gün içinde aşılanan veya daha önce aşılanmış çocukların hiçbirisinde su çiçeğinin klinik belirtileri gözlenmemiştir. Kontrol için 15 ailede 19 temaslı çocuk aşılanmadan gözleme alınmış ve bu çocukların hepsinde de temastan sonraki 10-20 gün içinde su çiçeğinin klinik belirtileri ortaya çıkmıştır. Bu küçük araştırma aşının %100 klinik etkinliği olduğunu göstermiştir. Özellikle aşının bağışıklık sistemi yetmezliği olanlarda etkinliğini araştırmak amacıyla ise ilk çalışma, bir çocuk hastanesinde yatan hastalar arasında su çiçeği enfeksiyonunun yayılmasını önlemek amacıyla yapılmıştır. Hastanede çıkan bir su çiçeği vakasının ardından serviste yatan ve su çiçeği geçirmemiş olan böbrek hastalığı olanlar (nefrit, nefrotik sendrom), menenjitli, ve hepatitli hastalara aşı uygulanmıştır. Bu hastaların bir kısmının da kortikosteroid kullanmakta olduğu bilinmektedir. Bu aşılamadan sonra çocuk servisinde su çiçeği enfeksiyonunun yayılması önlenmiş ve aşının bağışıklık sistemi yetmezliği olan hastalarda da etkin olduğu gösterilmiştir.
Genişletilerek yapılan araştırmalar sonucunda su çiçeği aşısının sağlıklı çocuklarda %98.7, altta yatan çeşitli hastalıkları olan çocuklarda %94.1 ve lösemililerde %92.1 oranında immünojeniteye sahip olduğu bildirilmiştir.
Lösemili çocuklarda aşılama için belirli bağışıklık kriterleri dikkate alınmalıdır. Lösemili bir çocuğun su çiçeği hastalığı geçirmesi tehlikelidir ancak çocuğun ne zaman aşılanacağına hekimi karar vermelidir.
Hamilelikte su çiçeğiHamilelikte su çiçeği geçirilmesi riskli bir durumdur. Bölye bir durumda pnömoni başta olmak üzere komplikasyonların görülme riski daha yüksek olduğu gibi hastalık çok daha ciddi seyreder. Günümüzün gelişmiş yoğun bakım şartlarının olmadığı günlerde su çiçeği pnömonisi nedeni ile hamile kadınlardaki ölüm oranlarının %35'e yakın olduğu bilinmektedir.
Hamile kadınlarda su çiçeğine bağlı zaatürre görülmesi açısından bazı risk faktörleri vardır. Bunlar arasında sigara, kronik akciğer hastalıkları ve bağışıklık sistemi hastalıkları sayılabilir. Döküntülerin şiddeti ve sayısı ne kadar fazla ise komplikasyon görülme olasılığı da o derece yüksektir.
Gebeliğin son dönemlerinde rahimin büyümesine ve yukarıya doğru baskı yapmasına bağlı olarak akciğer kapasitesinin azalması da pnömoni açısından risk faktörü olarak kabul edilir.
Hamileliği sırasında su çiçeği geçiren bir kişi ile temas eden kadında zaman kaybetmeden bağışıklık olup olmadığı incelenmelidir. Bunun için basit bir kan testi yeterlidir. Üreme çğındaki kadınların neredeyse %90'ından fazlasının bağışık olduğu düşünüldüğünde bu incelemenin rutin gebelik incelemeleri arasında yer almaması normaldir. Kişinin su çiçeği geçirdiğini ya da aşı olduğunu bilmesi bağışık olduğu anlamına gelir. Böyle bir durumda dakanda inceleme yapmaya gerek yoktur.
Bağışıklığı olmayan kişilerde ise temastan sonraki ilk 96 saatte koruyucu immunglobulin yapılabilir.
Hamile bir kadın su çiçeğine yakalandığında yakın takip edilmesi şarttır. Gerekli görülen durumlarda (döküntünün şiddetine göre) hastayane yatırılarak damar yolu ile antiviral tedavi verilmesi gerekli olabilir. Hastalığa bağlı zaatürre genelde 4. günden sonra ortaya çıktığından döküntülerin görülmesnden sonraki ilk 3 günde böyle bir tedaviye gerek olup olmadığına karar verilmelidir.
Hamilelikte su çiçeği görülmesi durumunda hastaneye yatırarak tedavi etme kriterleri şunlardır:
Mutlaka hastaneye yatırılması gereken durumlar:
Göğüs y ada karın ağrısı
Başağrısı dışında nörolojik belirtiler
Döküntülerde kanama
Döküntünün çok şiddetli olması, ağız içinde vb döküntü olması
Bağışıklık sistemi bozukluğu olması
Şart olmamakla birlikte hastanede izlenmesi daha uygun olan durumlar:
Gebeliğin son dönemleri
Daha önceden ölü doğum ya da tekrarlayan düşük öyküsü
Sigara kullanımı
Kronik akciğer hastalığı
Düşük sosyoekonomik düzey
Hastayı evde takip etme olanaklarının kısıtlı olması
Hastanın aşırı endişeli olması
Hastanede yattığı sürece hastaya destek tedavisi uygulanır. Yeterli okijenizasyonu sağlamak için gerekirse hasta suni solunum makinesine bağlanabilir. Hastalığın üstüne ikincil bir bakteriyel enfeksiyon binmesini engellemek amacıyla antibiyotik koruması uygulanması yaygın bir yaklaşımdır. Tedavi edici etkisi tartışmalı olsa da immmunglobulin uygulaması yapılabilir. Sık kullanılan ajanlar oln kortikosteroidlerin yararı ise kanıtlanmamıştır.
AsiklovirAsiklovir, uçuk başta olmak üzere herpes grubu virüslerin neden olduğu enfeksiyonlarda yıllardır kullanılan bir ajandır. Gebelikte C kategorisi ilaclar arasında yer alır. Yapılan geriye dönük incelemelrde gebelikte kullanımı ile ilgili herhangi bir olumsuz etkiye rastlanamıştır.
Hamile bir kadında su çiçeği ortaya çıkması durumunda damardan asiklovir tedavisi uygulanır.
Suçiçeğinin bebek üzerindeki etkileriAnnede aktif enfeksiyon olması durumunda bebekte bazı olumsuz etkiler ortaya çıkabilir. Olası sekeller enfeksiyon ortaya çıktığındaki gebelik yaşına bağlıdır. Bu sekellerin görülme sıklığı son derece düşüktür. Bebeklerin %97'sinde herhangi bir etki ortaya çıkmaz. Intrauterin enfeksiyon olması 3 şekilde sonuçlanabilir: konjenital varisella sendromu, yenidoğanda su çiçeği, ya da belirtiler olmadan kan değerlerinin pozitif olması.
Gebeliğin son dönemleriGebeliğin son trimesterinde su çiçeğine yakalanan bir kadının bebeğinde de su çiçeği görülebilir. Eğer ilk viremi atağı sırasında virüsler plasentada bebeğe geçerse bebekteki hastalık annesinden 1-2 gün sonra ortaya çıkarken, ikinci viremi sırasında geçiş olursa anne ile bebkteki hastalık arasında 10 günlük bir fark olabilir. Böyle bir durumda bebekte organ oluşumu tamamlandığı için herhangi bir anomali görülmez ancak yenidoğanda suçiçeği aha şiddetli geçebilir ve hatta ölümcül olabilir.
İlk ya da ikinci trimester'da su çiçeğiBu dönemlerde görülen su çiçeği fetal anomalillere neden olabileceğinden çok daha önemlidir. Konjenital varicella sendromu bebeğin kol ve bacaklarında, derisinde, göslerinde ve sinir sisteminde anomalilere neden olabilir. Hatta nadiren bebek anne karnında hayatını yitirebilir. Belirtiler en çok 20. gebelik haftasından önce hastalığı geçiren anne adaylarından doğan bebeklerde görülür.
Görülebilecek olan bulgular şunlardır:
Düşük doğum ağırlığı
Ciltte lekelenmeler
Ciltte zig-zag şeklinde nedbe dokusu
Gözlerin normalden küçük olması
Katarakt
Göz enfeksiyonları
Görme sinirinde küçülme
Kollar ya da bacaklarda kısalık
Parmaklarda anomali
Kaslarda güç kaybı
His kaybı
Derin tendon reflekslerinde kaybolma ya da azalma
İdrar ya da dışkı tutamama
Beyin iltihabı
Kafanın normalden küçük olması
Kafa içinde su toplanması
Beyin dokusunun gelişmemesi
Sara nöbetleri
Zeka geriliği
Böbreklerde anomali
Barsaklarda gelişme bozukluğu
Ancak bu bulguların ortaya çıkma olasılığı son derece düşüktür. Almanya ve İngiltere'de yapılan ve hamileliklerinin 36 haftasından önce suçiçeği geçiren 1373 kadından doğan bebekler incelendiğinde sadece 7 bebekte konjenital varicella sendromuna rastlanmış. Haftalara göre bakıldığında ise ilk 12 haftada su çiçeği geçirenlerde risk %0.4 iken 13-20 haftalar arasında bu risk %2 olarak hesaplanmıştır.
Gebelik sırasında su çiçeği geçirilirse ne yapmak gerekir?Bu son derece tartışmalı bir konudur. Bebekte anomali riski aslında son derece düşüktür ve bu risk hamileliğin 8-20 haftaları arasında su çiçeği geçirildiğinde en yüksektir. Bu nedenle gebelği sonlandırıp sonlandırmamaya kendiniz karar vermelisiniz.
Öte yandan doğumdan 5 gün öncesi ile sonraki ilk 2 gün arasında su çiçeği ortaya çıkarsa yenidoğanda su çiçeği görülme olasılığı %20-25 civarındadır ve bebek doğduktan sonra immunglobulin yapılmalıdır. Yenidoğanda görülen su çiçeği %30 civarında ölüm riski taşır. Böyle bir durumda doğumun 5 gün geciktirilmesi yararlı olacaktır.
Eğer doğumdan 6 gün ya da daha uzun bir süre önce hastalık geçirilirse böyle bir durumda bile bebekte suçiçeği görülem riski vardır ancak anneden geçen antikorlar nedeni ile bebekteki hastalık daha hafif seyreder.

Çocuklarda Kulak Burun Boğaz Hastalıkları

Pediatrik otolaringoloji (kulak burun boğaz), cerrahi disiplin ve pediatrik tıbbi tedavi arasında bir köPage Rankingü oluşturmak amacıyla gelişmiştir. Bu trend pediatrik cerrahi ile başlamış, pediatrik anesteziyoloji, pediatrik oftalmoloji, pediatrik üroloji ve diğer spesifik cerrahilerle devam etmiştir.Bundan dolayı kulak burun boğaz eğitim programlarında pediatrik KBB eğitimi giderek daha fazla önem kazanmaktadır.Yenidoğanın, çocukların ve erişkinlerin fizyolojileri birbirlerinden çok farklıdır. Çocuklarda doğumdan sonra da yüz ve kafa gelişimi devam eder. Çocuk 5 yaşına geldiğinde erişkindeki gelişiminin %90’ına ancak ulaşır. Kalıtım yoluyla ebeveynlerden çocuğa aktarılan veya akraba evliliklerine bağlı olarak ya da annenin hamileliği sırasında geçirdiği hastalıklar ve uygulanan tedavilere bağlı olarak doğumda çocukta yüz, kafa, iç-dış kulak gelişimiyle ilgi anomaliler gelişebilmektedir. Bunlar bazen diğer iç organlar ve iskelet sistemiyle ilgili anomalilerle birlikte görülebilir. Bu gelişim anomalileri genellikle yaşamsal önem taşımaları nedeniyle bir an önce hekime başvurulmalıdır. Çocuğun, solunumunu ve beslenmesini engelleyen bazı durumlarda erken dönemde cerrahi girişim gerekli olabilir.Doğumsal KBB sorunları dışındaki KBB rahatsızlıkları daha gündelik ve oldukça sık görülen hastalıklardır. Genel KBB başvurularının yaklaşık %25-50’i çocuk hastalardır.Çocuk hastaların değerlendirilmesinde anne ve babanın katkısı son derece önemlidir. Ebeveyn ve cerrahi ekip arasında ilk görüşme sırasında öncelikle güven ortamı oluşmalıdır. Aile, çocuğun hastalığı ve yapılacak girişimler hakkında tüm ayrıntılı bilgiye sahip olmalıdır. Bu, amaçlanan güven ortamının kurulmasında önemli rol oynar. Çocuğun gerekli açıklamalarla atmosfere adaptasyonunda hem ailenin, hem de hekimin rolü vardır. Hekim, candan, sevimli ve koruyucu yaklaşımıyla çocukta yeterli güveni sağlamalıdır. Her şeyden önce, hasta olmasının ve tanımadığı insanların arasında bulunmasının neden olduğu anksiyete içindeki çocuk muayene edilmelidir. Muayene edilmesi sırasında amaçlanan ilişki kurulabilirse, bundan sonraki girişimlerin gerçekleştirilebilmesi için gerekli psikolojik alt yapı kendiliğinden oluşmuş olacaktır

‘Hamile adam’ doğurdu

ABD’de 10 yıl önce cinsiyet değiştirerek tamamen erkek görünümüne kavuşan Thomas Beatie, sağlıklı bir kız bebek dünyaya getirdi.
Amerikan medyasında çıkan haberlere göre, kadın üreme organlarını muhafaza eden ancak aynı zamanda erkek görünümüne sahip, göğüslerini aldıran ve steroid tedavisi gören 34 yaşındaki Beatie, Oregon eyaletinin Bend kenti hastanesinde bebeğini doğurdu.

ABD’nin popüler sunucusu Oprah Winfrey’nin televizyon programına katıldıktan sonra “hamile erkek” olarak meşhur olan sakallı Beatie, “Çocuk, erkek veya kadın isteği değildir, insani bir arzudur. Ben istikrarlı bir erkeğim, bu değişmeyecek. Çocuk arzum her zaman vardı” diye konuşmuştu.Cinsiyet değiştirme ameliyatlarının üreme sistemini etkilemediğini ve penis taktırmadığını ifade eden 34 yaşındaki Beatie, Winfrey’nin programında kendisini yadırgayıp eleştirenlere, “Herkesin doğurma hakkı vardır” demişti.Eski Havai güzeli Beatie’nin eşi Nancy Beatie, kocasının ismi gizli tutulan bir erkeğin spermiyle döllendiğini açıklamıştı.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

İNDİGO ÇOCUK NEDİR?

Tanımlar arasında farklılıklar olsa da genel anlamda indigo çocuk; “bir dizi yeni ve olağandışı psikolojik nitelik sergileyen ve genelde daha önce belgelenmemiş bir davranış biçimi gösterip özel davranış şekilleriyle muamele gerektiren ve klasik eğitim düzenini yıkmayı amaçladıklarına inanılan çocuklar” olarak tanımlanıyor. 1970'li yılların sonunda doğmaya başladıkları için bugün indigo özellikler taşıyan birçok yetişkin aramızda bulunuyor. Peki İndigo çocukların en belirgin ortak özellikleri neler? Lee Carroll&Jan Tober tarafınadn kaleme alınan “İndigo Çocuklar-Yeni Çocuklar Geldiler!” kitabında bu çocukların ortak özellikleri şöyle sıralanıyor:
1
-Onlar dünyaya bir asalet duygusuyla gelirler ve çoğunlukla da öyle davranırlar.
2- Burada olmayı hak ettiklerini hisseder ve başkalarının bu hissi paylaşmadıklarını görünce çok şaşırırlar.
3- Kendi değerlerini bilmek onlar için bir sorun değildir. Onlar, çoğunlukla “kim olduklarını” ana-babalarına söylerler.
4- Mutlak otorite (bir açıklama ya da seçim sunmayan otorite) karşısında zorluk yaşarlar.
5-Belli şeyleri kesinlikle yapmazlar; örneğin, kuyrukta beklemek onlara zor gelir.
6- Ritüel, yönelimli ve yaratıcılık gerektirmeyen sistemler karşısında düş kırıklığı yaşarlar.
7- Herhangi bir sisteme uyum sağlamazlar ve sistem yıkıcılar gibi görünürler.
8- Kendi türleriyle birlikte olmadıklarında anti-sosyal görünürler. Eğer çevrelerinde benzer bilinçte olan başkaları yoksa çoğunlukla, içlerine kapanır ve hiç kimsenin onları anlamadığı hissine kapanırlar. Okul sosyal olarak onlar için son derece zordur.
9- “Suçluluk duygusu verilerek” disipline sokulmaya karşılık vermeyeceklerdir.
10- İhtiyaçlarını bildirmekten çekinmezler. “İndigo” Kavramı Nasıl Doğdu? İndigo kavramı ilk olarak 1982’de, metafizikçi Nancy Ann Tappe’ nin, “Yaşamınızı Renk Yoluyla Anlama” adlı kitabında ortaya kondu ve çocukların davranış kalıpları ilk kez bu kitapta tanımlandı. Tappe, insan auralarının renklerini, onların muhtemel anlamlarını ve üzerimizdeki etkilerini araştırıyordu. Çalışmasında belirli insan davranışı türlerini ve özelliklerini renk grupları halinde sınıflandırdı ve sezgilerine dayanarak açıklayıcı bir sistem yarattı. Onun çalışmasındaki renk gruplarından biri de İndigo adı verilen çivit mavisi rengiydi. Daha sonra 1986 yılında danışman ve konuşmacı Lee Carroll ve Jan Tober ‘İndigo Child-The New Kids Have Arrived’ isimli kitaplarında bu çocukları anlattı. İndigo'nun geniş kitlelerce duyulması bu kitapla oldu. Bu kitaba göre de 1980'li yıllardan sonra dünyaya gelen çocukların birçoğu indigo niteliği taşıyor. Carroll ve Tober kitabı yazma nedenlerini ise şöyle açıklıyorlar: “Biz anne-babalardan yeni bir sorun türünü işitmeye başlamıştık. Zor ve garip yapıdaydılar. Onlar yetişkin ve çocuk rollerinde beklenmedik davranışlar gösteriyor ve kendi kuşağımızın deneyimlerine aykırı bir yer değiştirmeyi temsil ediyordu. Aynı şeyi uzmanlar da kendi aralarında konuşmaya başlamıştı. Sorunlu anne-babalar artık ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Bu çocukları incelemeye aldık. Çünkü anlaşılmaya ihtiyaçları vardı. Anlaşıldıkları takdirde de geleceğin en etkili bireyleri olacaklardı.”

Eyvah çocuğum bir 'indigo'

Eğer çocuğunuz normal çocuklar gibi davranmıyor, gün geçtikçe aranızdaki uçurum fazlalaşıyor, siz sinir küpü oluyorsanız ona bakışınızı değiştirin. Çünkü o henüz tanım konamayan “indigo” çocuklardan birisi olabilir. Çocukların yaramaz olması, söz dinlememesi yaygın ve kabul gören bir durumdur. Fakat düz duvara tırmanıyor, bir koltuktan diğerine uçarak gidiyor, yaşından önce konuşuyor, kendisine ‘çocuk’ muamelesi yapılmasına kızıyorsa hem aileler hem de doktorlar tarafından ‘hiperaktif’ olduğu varsayılır. Oysa ki aşırı yaramaz, yaşından beklenmeyecek kadar zeki ve ailesiyle kavga edecek kadar uyumsuz bir çocuksa o belki de bir ‘indigo’dur. Onlar bizim bildiğimiz tarzda çocuklar değil. Anne-babalardan çocuklarına geçerek nesilden nesile aktarılan klasik eğitim tarzını kesinlikle reddediyor. Kendi yöntemlerinizle bir şeyler yaptırmanız neredeyse imkansız. Saygı duymak ve görmek istiyor. Hiçbir zaman bebek muamelesi yapılmasından hoşlanmıyor. Çok küçük yaşlarda bile onlarla her şeyi konuşmanız gerekiyor. Duygusal sömürüye hiç gelemiyor. Onlar için her durum karşısında değişmeyen sevgi belirtileri çok önemli. Bakışları, olaylar karşısındaki duruşları çok net ve keskin. Algıları ve sezgileri yüksek. Enerjileri çok fazla. Uzmanların bir kısmı hiperaktif teşhisi koysa da hem kendileri hem de aileleri bunu kabul etmiyor. Çünkü onlarda öğrenme problemi, dikkat eksikliği görülmüyor. Herhangi bir bilgiyi öğrenmesi için yapmanız gereken tek şey; mantıklı açıklamalarla bunun gerekliliğini anlatmak. İndigo çocukları araştıran kişilere göre de bırakın öğrenme bozukluğunu 21. yüzyılın kurtarıcısı olabilme potansiyeline sahipler. Sosyal ilişkileri ise güçlü.
Nereden çıktı bu indigolar?

İlk olarak 1982 yılında Nancy Ann Tappe “Yaşamınızı Renk Yoluyla Anlama” kitabında indigo kavramından bahsetti. Çocukların davranış kalıpları ilk kez bu kitapta tanımlandı. Doğruluğu ise yaşayan birçok kişi tarafından onaylandı. Bu kitap sayesinde “indigo çocuk” kavramı gündeme alındı. 1986 yılında da danışman ve konuşmacı Lee Carroll ve Jan Tober ‘İndigo Child-The New Kids Have Arrived’ isimli kitaplarında bu çocukları anlattı. Kitabı yazma nedenlerini ise şöyle açıklıyorlar: “Biz anne-babalardan yeni bir sorun türünü işitmeye başlamıştık. Zor ve garip yapıdaydılar. Onlar yetişkin ve çocuk rollerinde beklenmedik davranışlar gösteriyor ve kendi kuşağımızın deneyimlerine aykırı bir yer değiştirmeyi temsil ediyordu. Aynı şeyi uzmanlar da kendi aralarında konuşmaya başlamıştı. Sorunlu anne-babalar artık ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Bu çocukları incelemeye aldık. Çünkü anlaşılmaya ihtiyaçları vardı. Anlaşıldıkları takdirde de geleceğin en etkili bireyleri olacaklardı.”İndigo çocuklar hakkında birbirine benzeyen değişik tanımlamalar var. Genel ve kesin bir tanımlama getirilemiyor. Çünkü, tıp dünyası bu çocukların var olduğunu kabul etmiyor. Bu tarz çocuklar için tek bir tanımlama var. O da hiperaktif. Fakat, indigo çocuklara sahip ailelerin çocukları hiperaktiflikten uzak.Anormal olan onlar değil, bizlerizTanımlar arasında farklılıklar olsa da genel anlamda indigo çocuk; “bir dizi olağandışı psikolojik nitelik sergileyen, daha önce belgelenmemiş bir davranış biçimi gösterip özel davranış şekilleriyle muamele gerektiren ve klasik eğitim düzenini yıkmayı amaçladıklarına inanılan çocuklar” olarak tanımlanıyor.Bebeğim Kreş’in 18 yıldır sahibi ve yöneticisi Ayla Özaygen de bir indigo çocuk annesi. Bu kavramı Türkiye’de ilk olarak gündeme getiren kişilerin başında geliyor. Kreşte bulunan çocukların bir çoğu da ingido çocuklardan oluşuyor. Özaygen, indigo çocukların bir yere kadar anlatılabiliceğini düşünüyor. İndigo çocukları araştırma nedenini de şöyle açıklıyor: “18 yıldır çocuklarla birlikteyim. Bir şeylerin iyi gitmediğini, yetmediğimi düşünüyordum. Bazılarının çok daha farklı olduğunu anlıyordum. Onların keskin tavırlarını çözemiyordum. Kroyon dizisini okudukça çocukları biraz daha çözümlemeye başladım. Anormal olan onlar değil, biziz demeye başladım.”Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Sema Özörnek’in 2,5 yaşındaki oğlu Deniz, bir indigo. Özörnek, mesleği itibariyle birçok çocukla içiçe. Dolayısıyla Deniz’in farkını anlaması kolay olmuş. Özörnek, anne-babaların kendi aile sorunları yoksa ve ruhen rahatlarsa çocuklarının davranışlarını daha kolay analiz edebileceklerine dikkat çekiyor. “Daha 2 yaşındayken beni yönlendirmeye başladı. Konuşamıyordu, ama neyi nasıl istediğini anlatıyordu. Evde istediği düzenin nasıl olduğunu öğretiyordu. Eşyalarının kendi isteği dışında konmasına itiraz ediyordu.” diyor.Ekonomist Yasemin Pınar Aktürk’ün kızı İlayda da 2,5 yaşında. Dokuzuncu aydan beri konuşuyor, yürüyor. Annesine göre yetişkin olarak yapması gereken her şeyi yapabiliyor. Büyük insanlar gibi olayları iyi ve net tanımlayabiliyor. Doğru kelimeleri doğru zamanlarda kullanıyor. Birçok indigo gibi onu ikna etmek çok zor ve yapacağınız her eylemin mantıklı bir nedenini sunmak zorundasınız. Yaşıtlarına göre fazlasıyla hareketli. Bir türlü öğle uykusuna yatırılamayan İlayda annesinin “Öğle vaktinde uyuman gerekiyor. Çünkü, senin büyümeni sağlayacak büyüme hormonu ancak bu şekilde görevini yerine getirebiliyor. Büyümek istiyorsan uyuman gerekir.” açıklamasından sonra uyumaya başlıyor.İndigolar kişisel konforu bozuyorYasemin Pınar Aktürk, kızı İlayda sayesinde hayata bakış açısının değiştiği görüşünde; “İlayda’ya anlamsız, sizin bile tanımlayamayacağınız şeyleri kesinlikle söylememeniz, ağzınızdan çıkan her şeyin nedenini nasılını anlatmanız gerekiyor. Doğduğu andan itibaren böyleydi. Poposu pişikken altını değiştirmek istediğimde hiçbir açıklama yapmadan temizlemeye çalışırsam bağırıyor, engelleyici hareketler yapıyordu. Onun altını neden temizleyip krem sürmem gerektiğini anlattığımda sesini bile çıkarmıyordu.”Burak Akkurt 18 yaşında ve lise son sınıf öğrencisi. “Keyifli Yaşam” isimli danışmanlık merkezinin ortaklarından ve reiki dersleri veriyor. Ayrıca indigo çocuklara da danışmanlık yapıyor. Onların problemlerine yardımcı olmaya çalışıyor. Çünkü, kendisi de bir indigo. Akkurt’a göre indigo çocuklar zor ve farklılar... Duygu sömürüsüne boyun eğmeyen, bilinen eğitim sistemini değiştirmeye gelen karakterist kişiler. Hatta alışılagelmiş, üstünde düşünülmeyen şeyleri düşündürerek insanların kişisel konforunu bozmaya çalışanlar olarak da tanımlanabilir.Burak Akkurt da tüm indigolar gibi alışılagelmiş çocuk hallerinin dışındaymış. Daha 8 aylıkken konuşup yürümeye başlamış. Altı yaşındayken kendisinin bir indigo olduğunu öğrenmiş. Annesi kendisini tanımlamaya, anlamaya çalıştığı için büyük çapta problem yaşamamış. Burak’ın en katlanamadığı şey anlamsız kurallar ve klasik eğitim sistemi. Öğretmeni, öğretmeye çalıştığı şeylerin nedenini anlattığı sürece başarılı bir öğrenci olmuş. Aksi durumda ise öğrenememiş.Şimdi üniversite sınavlarına hazırlanıyor ve psikoloji okumak istiyor. İlkokuldayken başından geçen bir olayı şöyle anlatıyor: “Matemetik derslerini hiç sevmezdim. Bana anlamsız gelirdi, kavramlar, formüller... Neden öğrenmem gerektiğini de öğretmenim anlatamıyordu, yapamıyordum. Sonra öğretmenim matematik dersinin beynimi, düşünme gücümü kuvvetlendirdiğini örneklerle açıkladı. O yıl okulda matematik birincisi oldum.”Başka bir indigo da Larzan Aras’ın ilkokul dördüncü sınıfta okuyan oğlu Tuna. Tuna ilkokula başlayana kadar hiç konuşmamış. Bunun için Tuna’yla yaşamak Larzan Aras’a sıkıntılı günler getirmiş. Fakat Tuna, 2.5 yaşında iken onun bir indigo olma ihtimalini öğrenmiş. Tuna’yı annesi şu cümlelerle tanımlıyor: “Sınır çizilmesini istemeyen, saygı duymayı seven ve saygı bekleyen, karşı tarafın bir zayıflığını hissederse bunu sonuna kadar kullanan, asla zevzekleşmeyen, ciddiyetini hep koruyan, ona düzgün davranıldığında düzgün karşılık veren bir çocuk.”Bir indigoya nasıl davranılmalı?İndigolar, davranışları, duruşları, tepkileri ve duygularıyla sıradan çocuklardan farklı. Bu farklılık da ister istemez onlara karşı farklı muameleyi gerektiriyor. Eğer onları çözümleyip bir indigo olduğunu anlayabilir ve doğru davranabilirseniz sorunsuz; hatta mükemmel bir çocuğunuz olduğunu düşünmemek elde değil. Fakat, onu anlayamıyorsanız ya da gerekli değişimi yaşayamadıysanız sonu doktorda biten ve muhtemelen hiperaktif teşhisi konulacak bir çocuğa sahipsiniz demektir. Bundan dolayı indigolara karşı duruşunuz önemli.Kreşte indigo çocuklara yardımcı olan Ayla Özaygen, bir indigoya karşı kesinlikle dürüst olmanız, eğer bir durum karşısında korkuyorsanız bunu ifade etmeniz ve birlikte hareket etmeyi istemeniz gerektiğini vurgulayarak, “Kendi nefsinizin arzusuyla davranış sergilerseniz bu size döner. Ama gerçekten onu düşünüyorsanız bunu hisseder. Asla şımartma seviyesinde olmamalı. Öyle bir şımarır ki bununla baş edemezsiniz.” diye anlatıyor.İşletme mezunu Nergiz Özcan da bir indigo çocuk annesi... Oğlu Bartu 2,5 yaşında iken indigo kavramıyla tanışmış. Bartu şimdi 7,5 yaşında... Çok zor günler geçirdiğini söyleyen Nergiz Hanım, “2,5 yaşına kadar çok agresifti. Ben klasik yöntemlerle inatlaşarak üstüne gittikçe o, daha da çekilmez oluyordu. Çok zor günler geçirdim. Sonra doğru davranmayı öğrendikten sonra olumlu tepkiler vermeye başladı” diyor. Nergiz Özcan’a göre, indigolara kesinlikle emir verilmemeli, sorunlar karşısında alternatifli çözümler sunulmalı, yetişkin bir birey kabul edilip hakları gözetilmeli, tabiri yerindeyse adam yerine konmalı.Doktorlara göre indigo çocuk yokDr. Sema Özörnek, klasik yöntemlerin indigo için uygun olmadığının altını çizerek “Hangi çocuk ‘ayıp’ kavramını bilir? Bir indigoya bunu öyle yapma ayıp derseniz dünyayı başınıza yıkar. Mantıklı açıklamaları her zaman kabul eder; ama tek başına bir ‘hayır’ı kesinlikle kabul etmez. Yoksa bu çocuk sorunlu, baş edemiyorum demeye başlarsınız.” diye anlatıyor.İndigo çocuklar başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerde bir hastalık tanısı konulmasa da kabul ediliyor, biliniyor, araştırmalar yapılıyor. Birçok doktor da hiperaktiflikten farklı bir tanımı olduğunu biliyor. Bu tarz çocuklar için özel eğitim programları yapılıyor. Türkiye’de ise durum daha farklı. Uzmanlar indigo çocukları kabul etmiyor. Bu tip çocuklar aslında sorunlu varlıklar değil. Fakat doğru davranılmadığı takdirde sorunlu hale geliyor; çoğunlukla da DES (Dikkat eksikliği) ya da DEHS (Dikkat eksikliği-hiperaktif) tanısı konuluyor. Aşırı huysuzluk ve uyumsuzluk gösterdiği için de ritalin adı verilen uyuşturucu ilaçlar veriliyor. Ritalin ise, çocuğu daha sakin, olgun ve dengeli yapıyor ama gerçekten büyümeyi ve ona eşlik eden bilgeliği erteliyor.Nöropsikiyatri Merkezi doktorlarından Prof. Dr. Nevzat Tarhan, bir uzman olarak indigo çocukların bilimsel olarak kabul edilmediğini söylüyor. İndigo çocukları hiperaktif çocuklara verilen yeni bir isim ve tıp karşıtı bir hareket olarak nitelendiriyor. İndigo çocukların hiperaktif çocuklardan farklı olarak öğrenme bozukluğu ve dikkat eksikliği yaşamadığını söylediğimizde ise durumu şöyle açıklıyor: “Aslında bu çocuklar da hiperaktif. Tek farkları çok zekiler ve yüksek zekaları sayesinde hiperaktif olduklarını gizliyorlar. Bunlar, özel olarak eğitilmesi gereken çocuklar. Belirli davranış kalıplarına uyuyor diye bir çocuğa indigo denemez. Bir çocuğa hiperaktif teşhisi koyabilmek için onlarca testten geçiriyoruz. Bilim bu kadar basite indirgenmemeli.”Dr. Sema Özörnek de bir doktor olmasına karşın indigoyu kabul ediyor ve hiperaktiflikle karıştırılmaması gerektiği üzerinde duruyor: “Hiperaktiflik çocuğun haraketliliği olarak tanımlanıyor. Oysa çocuk tabii ki haraketli ve enerjik olacak. Hiperaktiflerde en büyük belirti öğrenme bozukluğu olmasıdır. Çocuğun dikkatini toparlayıp bir şey anlatmak zordur. Sadece oyuna konsantre olurlar. İndigo olan hareketli çocuklara hiperaktif tanısı konuyor, sonra da ilaçlarla uyuşturuluyor.”Özörnek, bir indigo çocuğun hiperaktif olabileceğini, hiperaktif bir çocuğun da indigo olabileceğini söylüyor. Çünkü hiperaktiflik bir rahatsızlık ve indigoyu yanlış davranışlarla hiperaktif boyutuna getirmek hiç de zor değil. Nevzat Tarhan, indigo kavramının son zamanlarda yaygınlaşıyor olmasından rahatsız. Çünkü bu çocukların anne-babaları çocuklarının indigo olduğunu kabul edip uzman desteği alması gerektiği halde almıyor. İndigo kavramını kişilerin büyüttüğünü, her anne-babanın çocuğunun zeki olduğunu söylemek istediğini, çocuğunun toplum içinde farklı ve özel algılanmasının hoşlarına gittiğini söylüyor.İndigonun farkı bellidirBebeğim Kreş’den Ayla Özaygen de çocukları indigo olduğu halde ilaç tedavisi uygulatan kişileri eleştiriyor. İndigoları eğer sürünün bir parçası yapamadılarsa ilaçlarla sürünün içine dahil etmeye çalıştıklarını savunuyor. “Her indigo hiperaktif değil, her hiperaktif de indigo değildir.” diyor ve ekliyor: “Anlayabilene indigonun farkı çok bellidir. Onlar küçük yaşlardan itibaren çok kişiliklidir. Anlaşılması bazen zor olabiliyor. Bunun nedeni bizim, kalıplarla onlara bakıyor olmamızdan kaynaklanıyor. Onları anladığınız sürece onlarla yaşamak kolay.”Üstün zekaları çevrelerindeki her şeyi sorgulamayı, mantık süzgecinden geçirmeyi doğdukları andan itibaren prensip edinen indigoları tanımlarken sıkça vurgulanan konulardan biri de yirmibirinci yüzyılı indigo çocukların kurtaracağı. Ayla Özergen’e göre indigoların zekaları çok üstün demek yalnış. Belirli bir kriter yok. Ama duygusal zekalarının çok güçlü olduğu söylenebilir. Algılama yetenekleri bizden farklı. Duygularını devreye sokmadıkları için de algıları fazla. Çabuk öğreniyorlar, olaylar karşısındaki çözümleri, tavırları kısa ve öz. Bunlar istediği her şeyi yapabilen çocuklar.İndigo; bir davranış kalıbına veriler tepkiler. Onlarla yaşadığınız müddetçe sizi ve yaşantınızı yükseltiyor. Buna izin verirseniz sorun da kalmıyor. Ama klasik yöntemlerle onun karşısında durmaya çalışıyorsanız o zaman sorunlar başlıyor. Her iki taraf da birbirinden memnun kalmıyor.

Bebeklerle ilgili doğru bilinen yanlışlar

Dr Esin Erdem, “Kimi anneler yeni doğan bebeklerine tehlikeli yöntemler uyguluyor Ağrıyan kulağa anne sütü dökenler, doğunca üç ezan vakti geçene kadar süt vermeyenler, gözüne sürme çekenler var Bunlar bebeklerin ölümüne, sakatlanmalarına neden oluyor" dedi Ozellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da bölgelerinde kadınlar büyüklerinden öğrendikleri yanlış bilgileri bebeklerinde uygulamaya devam ediyor ve bebeklerin ölümüne ya da sakat kalmalarına neden olabiliyorlar Konuyla ilgili açıklama yapan Dr Esin Erdem, yapılan araştırmalara göre yanlış bilgilerin başını annelerin kulağı ağrıyan bebeklerinin kulaklarına kendi sütlerini damlatmalarının çektiğini ifade ederek, "Kulağa damlatılan anne sütü bir süre sonra iltihaplanmaya sebep olarak, kulak zarının delinmesine neden oluyor Anneler bu yanlış uygulamadan kesinlikle kaçınmalı" dediSU VE SULU GIDA VERMİYORLARAnnelerin ishal olan çocuklarına su ve sulu gıda vermediklerini, bu durumun bebeklerin hayatlarını kaybetmelerine neden olduğunu da belirten Dr Erdem, ishal olan çocuklar ne kadar sıvı çıkarırsa çıkarsın mutlaka su verilmesi gerektiğini söylediİNANÇLA ÖRTÜŞMÜYORDr Erdem, "Yörede kimi anneler bebek doğduktan sonra 'üç ezan vakti geçene kadar süt vermenin günah' olduğu düşüncesiyle süt vermiyor Halbuki inançlarımız açısından böyle bir durum söz konusu olmadığı gibi, tam aksine bebeğin doğumdan sonra ilk yarım saat içinde emzirilmesi gerekiyor Çünkü annenin ilk yarım saatte ürettiği süt, diğer bütün dönemlerde ürettiği sütlerden çok daha farklı özelliklere sahip Böyle olduğu için de bu süt, bebeğin bütün hastalıklara karşı daha dirençli, daha zeki ve daha düzgün vücutlu olmasını sağlıyor" dedi BEBEGi TOPRAGA SARANLAR VAR Kimi annelerin yeni doğan bebeklerinin gözüne sürme çekerek gözün mikrop kapmasına, kimi anneler de daha sağlam ve dayanıklı olsunlar diye bebeği toprağa sararak enfeksiyon kapmasına neden olduğunu anlatan Erdem, kimi annelerin de sarılık olduklarına inandıkları bebekleri doktora götürmek yerine iyileşmesi için bebeğin başına sarı bez ya da altın bıraktığını, bunların kesinlikle hiçbir faydasının olmadığını söyledi Bazı annelerin de bütün gıdalardan çok daha faydalı olan anne sütünü birkaç ay sonra keserek daha besleyici olduğu düşüncesiyle yörede 'dadah' denen şekerli su, çay verdiklerini ifade eden Erdem, söz konusu mama türünün bebeğe hiçbir faydasının olmadığını anlattı Dr Erdem, annelerin özellikle kız çocuklarına bacakları düz olsun diyerek yaptıkları sıkı kundakların kalça çıkığına yol açtığını sözlerine ekledi

Babalığın sıvı, katı ve gaz halleri

Bir baba, bir bebeğin hayatındaki "esas" rolünü ne zaman oynamaya başlar? Yok, işin "esas" başlangıcını kastetmiyorum. O, rolün en kolay kısmı. Yukarıdaki soruya yuvarlak bir cevap olarak verilebilecek "babanın kendini baba gibi hissettiği zaman" denen o zaman, ne zaman? Babaların baba olduklarını hissetmeye başladıkları zaman için, ortalama iki yaş deniyor. İnanılmaz derecede uzun gelen bu zaman diliminde, babalar ne yapıyorlar? Biz babalar, ne yapıyoruz? İki yılın içinde tutumlarımızı pekiştirdiğimiz, karakterimizle ve o zamana değin yaşadıklarımızla uyumlu, çocuğumuzun tarzına yakın bir "stil" geliştirirken hangi yollardan geçiyor, ne hâllere giriyoruz? Basitleştirmeye katlanabilirseniz, topu topu bir kaç çeşit tutumumuz var: Birisi, durup, beklemek. Ne olduğunu anlamaya çalışarak, ne yapacağımızı belirlemek. Durup, bebekten gelen sinyali dinlediğimizde, ritmimizi ona göre ayarlıyor, o'na göre hareket ediyoruz. O bakıyorsa, biz de ona bakıyoruz. Gıdıkladığımızda gülüyorsa, gıdıklıyoruz. Gıdıklamamızdan ya da kulağına üflememizden rahatsız olduğunu hissettiriyorsa, o hareketimizi kesiyoruz oracıkta. Bu yolla, âdeta, içinde olduğu kaba göre şekil alan bir maddeye dönüşebiliyoruz. Buna "sıvısal" babalık ya da babalığın sıvı hali denebilir, haliyle. Bebeğin tavrı donuk ve durgunsa, biz de öyle oluyoruz, ilk tepki öyle. Sıvısalsak eğer, hemen üstüne gitmek yerine, onun küçük bir sinyalini kollayıp, o anda atlayabiliyoruz. Bu küçük zaman aralıklarını iyi kullanabildiğimiz ölçüde, bebeğin zaman içinde değişiveren ruh haline uygun adımlar atmayı pek iyi beceriveririz. Sıvısal olmayan bir baba böyle bir durumla karşılaştığında, ne yapabilir? Babalığın "katı" halini yaşıyorsa eğer, bebeğin gülümsemesini bekler ve bebekten beklediği belli adımlar atılmamış olursa, kılını kımıldatmayabilir. Bebecik de köşesinde duran, ne yapacağını bilemez cinstense, "katı" halli baba ile karşılıklı köşelerde öylece dururlar. Uçucu ve kaçıcı tipte bir babaysa eğer, sinyal-minyal beklemeden bodoslama dalıverir bebeğin dünyasına, kendi canlı ve neşeliyse eğer o gün, bebeğin de otomatik olarak öyle olacağı beklentisiyle adet. Bu tip babalığa da, babalığın "gaz" hâli diyelim. Sıvısal babalığın saydıklarım arasında en makbulü olduğu kanısındayım. Bebekle o meşhur dansı en iyi yapabilenler, bebeğin ihtiyaçlarını yakından gözleyen ve bazı ihtiyaçları doğmadan hissedip proaktif davranan babalar. Ama hepimizin ayrı, kendine özgü kişilik yapıları var. Bu yapılara denk düşmeyen davranışlara kendimizi ne kadar zorlayabiliriz? Sıvı ya da gaz ya da katı halde oluşumuz, babalık öncesindeki/yanındaki stillerimizle yakından ilişkili. Bize babalık ve annelik edenlerin stilleri, onların bize hediyesi genlerimiz, çocuklarımızın anneleri, hepsi bu sıvı/gaz/katı hallerimizin editörleri... Kocalığımızın halleri ile babalığımızın hâlleri arasında çarpıcı benzerlikler bulursak, şaşırmayalım. Kocalığı gaz hâlinde olup da, babalığı sıvı halinde olan varsa eğer aramızda, bir dakika, burada bir çelişki var ve neden, diye çıkıverir birisi aradan. Katı halden pek bahis yok, dikkat ettiyseniz.

Prof.Dr.Yankı YAZGAN

KOLİK(KARIN AĞRISI)

Her beş bebekten birinin öğleden sonra geç saatlerde başlayan ve gece yatma zamaınına kadar süren ağlama krizlerine tutuldukları biliniyor. Kolik ağlaması normal ağlamadan farklıdır ve bebek sakinleştirilemeden saatlerce ağlar; nadiren ağlama 24 saat boyunca sürer Genellikle kolik ağlaması her gün tekrarlar, bazen bir gece ara verdiği görülür.Klasik anlamda koliği olan bir bebek dizlerini yukarı doğru çeker, yumruklarını sıkar ve hareketleri artar. Gözlerini yumabilir veya sonuna kadar açabilir, alnı kırışır, hatla kısa bir süre nefesini tutar. Bağırsak hareketleri hızlanır ve gaz çıkarır. Beslenme ve uyku düzeni ağlamayIa bozulur; bebek huzursuzlaşır Meme aranan bir bebek emmeye başladıktan kısa bir süre sonra ağlayarak emmeyi bırakabilir veya tam uykuya dalmışken birkaç dakika sonra uyanarak ağlamaya devam edebiIİr. Her bebekdeki kolik nöbetleri tarklıdır ve her anne-babanın tutumu değişiklik gösterebilir.Kolik genellikle ikinci veya üçüncü haftada (prematüre bebeklerde daha sonra) başlar ve altıncı haftada en kötü düzeye ulaşır Bu kabusun sonsuza kadar sürceği düşünülür ancak on ikincı haftada sorun düzelmeye başlar; üçüncü ayda sorun tamamen ortadan kalkar (yine prematüre bebeklerde daha geç). Nadiren dördüncü veya beşinci aya kadar devam eder. Kolik birdenbire veya yavaşça sona erebilir. Arada iyi günlerin olduğu dönemler bulunabilir ve bir süre sonra da tamamen düzelir.Bu günlük ağlama dönemlerine kolik denir.Koliğin nedeni bilinmemektedir. Teorilerse çoktur Bunlardan bazıları çoktan terkedilmiştir: kolikli bebekler akçiğerlerini çalıştırmaya başlıyorlar (kanıtlanmadı); meme emen bebekIerde annenin yediklerine, biberonla beslenen bebeklerde ise mama içeriğine karşı alerji veya duyarlılık gelişiyor (bazen neden olabilir); annebabanın deneyimsizliklerinden kaynaklanabilir (kolik ikinci ve üçüncü çoçuklarda daha seyrek görülmez, ancak anne-babalar bebeği susturma konusunda daha idmanlı olabilirler); kolik kaIıtsaldır (bazı ailelerde daha yaygın değildir); gebelik veya doğum komplikasyonları olanlarda kolik daha yaygındır (istatiksel olarak kanıt yok); açık hava koliği artırır (pratikte birçok anne-babanın kolikli bebeklerini yatıştırmada buldukları tek yöntem onu açık havada dolaştırmaktır)Bebeklerin anneleri sinirli olduğu zaman kolik oldukları teorisi tartışmalıdır. Birçok uzman bebeğin ağlamasının annenin sinirini bozduğunu düşünüyorsa da koliği arttıran annenin sinirliliği değildir; onu ağırlaştıran faktördür.Güncel bir teoriye göre ağlamak yeni doğmuş bebeğin olgunlaşmamış fizyolojisinden kaynaklanır. tüm bebekler ağlar ve kolik bu normal davranışın aşırı formudur. Başkaları da olgunIaşmamış sindirim sisteminin gaz geçerken aşırı kasıldığını ve kolik ağrısına neden olduğunu öne sürüyorlar. Üçüncü bir teoriye göre bebeğin vücudundaki progesteron düzeyi doğumdan sonra çok azaldığından ağrılı bağırsak spazmları görülür. Dördüncü bir açıklama ise bebeğin olgunIaşmamış sinir sisteminin istenmeyen bir davranış olan ağlamaya engel olamamasıdır.En mantıklı açıklama, çok fazla ağlamayan yenidoğan bebeklerde tüm uyaranlara karşı blokaj olmasıdır ancak birinci ayın sonunda bu mekanizma ortadan kalkar ve dışarıya karşı daha uyanık olurlar. Uyaran bombardımanı altındaki bebek akşam saatlerinde iyice gergin ve uyarılmış olur. Sonuçta nedensiz ağlamalar görülür. Beşinci ayın sonunda bebek bu uyaranlarla başa çıkmaya başlar ve kolik sona erer.Koliği artırıcı çevresel bir faktör olarak, nedeni tam olarak açıklanamasa da, evlerdeki si gara dumanı gösterilmiştir. Evde sigara kullanan kişi sayısı ne kadar fazlaysa bebekte kolik görülme olasılığı ve koliğin şiddeti artmaktadır.Kolik ve paroksismal ağlama konusunda sevindirici nokta bu bebeklerin fiziksel ve duygusal olarak yıpranmamasıdır (aynı şeyi anne-babaları için söylemek güçtür) ve sonradan gayet iyi gelişme gösterip, diğer çocuklara kıyasla davranış bozukluğu göstermezler. Bebekliklerinde canhıraş bir şekilde ağlayanların sessiz sakin ağlayanlara kıyasla ileride problemlerin çözümünde daha iyi oldukları gösterilmiştir. En rahatlatıcı olan yanı ise sonsuza kadar sürmeyecek olmasıdır.

Küçük çocuklarda yaz hastalıklarına dikkat!

Yaz sıcağında çocukların hastalıklardan korunması için önlem almayı ihmal etmeyin! Prof. Cengizliler özellikle kulak enfeksiyonları için dikkat çekti: Pis kokulu, beyaz, sarı, yeşil akıntı olursa hemen doktora gidip ilaç tedavisine başlanmalı!.. Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Pediatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Pediatrik Alerji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Reha Cengizlier, yaz mevsiminde çocuklar için hangi hastalıkların riskli olduğunu açıkladı:
SİNEK-BÖCEK SOKMALARI
Sinek-böcek sokmaları kaşıntıya ve iltihaplı yaraya neden olabilir. Geceleri koruyucu tül perdeli yatak kullanın. Bebeklerde ciltten emilim çok olduğu için cilde fazla kimyasal sinek kovucu sürmek doğru değildir. Yaz akşamlarında uzun kollu, ince, pamuklu giysilerle sineğin sokacağı alanı azaltmak gerekir. Lokal kaşıntı önleyici krem, merhem ve losyonlar kullanılabilir.
YAZ İSHALLERİ
Virüs, bakteri, parazit veya toksinlere bağlı olabilir. Havuz veya deniz suyunun yutulması hem mikrobik, hem de havuz suyundaki klora bağlı ishal yapabilir. Çocuğunuza yemekten önce, tuvalete gittikten sonra el yıkamayı ve de kirli gıda veya objeleri ağzına sokmamayı öğreterek; ishali önleyebilirsiniz. Ayrıca bolca sıvı almalıdır.
KULAK ENFEKSİYONLARI
Kulağa dışarıdan giren mantar, bakteri, virüs gibi mikroplar; önce kaşıntı, ardından da iltihaplı ve pis kokulu akıntılara neden olabilir. Pis kokulu, beyaz, sarı, yeşil akıntı olursa; doktora gidin ve ilaç tedavisine başlayın.
MANTAR
Islak mayo mantara zemin hazırlar. Genel kullanıma açık, yeterince temizlenmeyen havuz kenarı, banyo, tuvalet gibi ortamlardan; hastaların kullandığı terlik ve havlu gibi eşyaları kullanmakla bulaşabilir. Kaşıntılı, bazen kızarık, bazen beyaz kabuklu görünümdedir. Mutlaka doktor kontrolünde bir mantar ilacı kullanılmalıdır.
SOLUNUM YOLU ENFEKSİYONU
Damlacık enfeksiyonu olarak nefes yoluyla vücuda giren mikroplar, boğaz enfeksiyonu yapabilir. Ateş, kırgınlık, halsizlik, boğaz ağrısı ile başlar. Çok daha ağır tablolara dönüşebilir. Ayrıca suya dalma; boğazdaki potansiyel hastalık mikroplarının daha derinlere taşınmasına ve sinüzit oluşmasına yol açabilir.
SARILIK
Hepatit A denilen bulaşıcı sarılık; özel bir virüsün bulaşmasıyla olur. Kirli su, gıda, kirli el en önemli bulaşma araçlarıdır. Basit bir enfeksiyon gibi halsizlik ve ateş şikayetleriyle başlar. Buna kusma ve karın ağrısı eklenebilir. İdrar renginde ve göz akında sararma olur. Bulaşıcıdır, iyileşmesi uzun zaman alır. Aşı ile korunmak gerekir.

8 Temmuz 2008 Salı

TARİHİ MİSK MEYVE SABUNU








Edirne'de eski dönemlerde misk sabunu padişahlara gelen konuklara verilen ve padişahların konuk olarak gittikleri yerlere götürdükleri armağandır.Özellikle padişah kızlarının ve cariyelerin çeyizlerine konulurdu.Misk sabununun 2 asırlık tarihi bir geçmişi vardır.Misk sabununun diğer sabunlardan farkı ; yağ oranının yüksek olması ve adını aldığı misk kokusudur

EDİRNE'NİN MEŞHUR TAVA CİĞERİ



Edirne Tava Ciğeri, Edirne yöresinde yetiştirilmiş “dana” cinsi büyükbaş hayvanlardan elde edilen karaciğer, yine yöreye ait buğday unu ile ayçiçek yağı kullanılarak üretilen, malzeme seçimi, hazırlanış, pişiriliş ve servisi ustalık gerektiren yöresel bir yemek olup, servisinde ise yine Edirne mahsulü, doğal yoldan özel kurutulmuş kızartılmış kırmızı biber kullanılmaktadır.
Malzeme Seçimi ve Hazırlanması
Edirne Yöresinde yetiştirilmiş en az 1 yaşındaki danadan elde edilen karaciğer, kesim ve doğrama sırasında dikkatlice en ince kıvamda zar, sinir ve damarlardan ayıklanarak yaprak şeklinde doğranmakta ve kandan arındırılmaktadır.
Edirne Tava Ciğerinin hazırlanışında, öncelikle dana karaciğerinin zarı düz bir işleme tahtası üzerinde alınmakta, 6-7 cm’lik eşit parçalara bölünmektedir. Daha sonra doğrama işlemine geçilerek, dikey ve yatay olarak yaprak şeklinde parçalara ayrılmaktadır. Bu kesim esnasında ciğer içinde bulunan kalın kan damarları, kılcal damarlar ayıklanmaktadır. Hazırlanış esnasında ciğer çok ince, bir bıçak sırtı kalınlığında, kesilmelidir. Parçalara ayrılan ciğer, kevgir(süzgeç) kullanılarak ve su yardımıyla mevcut kandan temizlenmektedir. Bu işlemden sonra ve yeniden kan oluşmaması için, 4-5 kg. ciğere 100-150 gr. orantısıyla tuz serpilir ve iyice karıştırılır. Süzgeç içinde ve bir kapla beraber buzdolabında ortalama 18-19 dakika beklemeye alınır. Bu işlemin amacı ciğerin içinde kalan kanın iyice temizlenmesidir. Bu işlemin doğru yapılması, tava ciğerin lezzeti için çok önemlidir. Eğer ciğer süzgeçte sulu kalırsa daha sonraki unlama işleminde fazla miktarda un tutar, fazla un tutması ise “çapak” adı verilen un kümelerinin oluşmasına ve tava ciğerinin istenilen tatta olmamasına neden olur.
Pişirilmesi
Edirne Tava Ciğeri, adından da anlaşılacağı üzere tavada pişirilmektedir fakat tavası alüminyumdan ve özeldir. Tavanın özelliği, yağın çok hızlı kızabilmesi için yaklaşık 1 mm gibi bir incelikte olmasıdır. Tavaya 1 lt sıvı ve bölgede yetişen ayçiçeğinden üretilmiş ayçiçek yağı konulmaktadır. Bu yağ 115-120 °C’ gibi yüksek ateşte ısıtılmaktadır. Hızlı ve ciğerin yağı emmeyeceği bir kızartma gerçekleşmelidir. Bölgede ısıtma işlemi için genellikle saç ayaklı ocaklar kullanılmaktadır. Isıtma işlemi esnasında; dinlendirilen ciğerimiz tepsi şeklinde olan unluğumuzun içinde Edirne yöresinin buğdayından üretilmiş olan un ile iyice harmanlanmaktadır. Unun ciğerin her tarafını kaplamasına dikkat edilmelidir. Pişirmeye başlamadan önce yağın kızgınlığını anlamak için, yağın içine 1 parça ciğer atılmaktadır. Ciğer yağın üzerine çıkıp hareketli halde kızarırsa yağ, Edirne Tava Ciğerinin pişirilmesi için uygun sıcaklığa gelmiş demektir. 1 porsiyon ciğer 120 gr’ dan az olamaz. 120 gr. ciğer serpilerek tavaya atılır ve bu 1 porsiyon ciğerin pişmesi yaklaşık olarak 2 dakika sürmektedir. Pişme gerçekleştiğinde, tavadan yağı süzülerek çıkarılarak porselen tabağa alınmaktadır. Pişirme işlemlerinde diğer bir önemli husus, tava ciğerin lezzeti ve tazeliği için dinlendirilmiş kızartma yağı kullanılmasıdır. Kızartma yağı 5-6 pişirme işleminden dinlendirilerek süzülmektedir. Yağın dinlendirilmesi sırasında pişirme işlemine devam edilecekse, yedekte tutulan yağ kullanılmalıdır.
Servis
Serviste en önemli garnitür Edirne/Karaağaç mahsulü kurutulmuş kırmızı biberlerdir. Yerel ismi “Karaacı” olan bu biberler oldukça acıdırlar. Bölgedeki bahçelerde mevsiminde yetişmiş ve sera mahsulü olmayan sivri kırmızı biberler, saplarından ipe asılarak doğal yoldan kurutulmakta, kızgın yağda pişirilmektedir. Bu biberlerin yanında yoğurt, ayran ve cacık ile servis yapılmaktadır.
Ayrıntılar
Dilden dile dolaşan şöhretiyle Edirne ciğerini lezzetli kılan en önemli özelliklerden biri, ciğerin kuzudan değil de, Trakya bölgesinde yetişen, doğal meralardaki kokulu otlarla beslenen danalardan elde edilen ciğerden yapılmasıdır.Dana ciğerinin günlük ve taze oluşu da, Edirne ciğerinin (Talaş ciğer veya tava ciğer de denir) şöhretinde önemli bir etkendir.
Çok pişmiş derseniz çıtır olur, az pişmişi bol vitaminli.. Ciğerci dükkanında kızgın yağ sesinin yanı sıra, biberin ısırığındaki çıtırtı duyulur sadece.. Bir başkadır yazın güneşte kurutulmuş kuru biber tadı...

Türkiye'nin coğrafi bölgeleri

Türkiye'nin coğrafi bölgeleri, 6 Haziran - 21 Haziran 1941 tarihleri arasında Ankara'da toplanan Birinci Coğrafya Kongresi tarafından belirlenmiştir. Kongre ilk, orta ve lise müfredat programları ile ders kitapları, coğrafya terimleri ve coğrafî isimlerin yazılması, Türkiye Coğrafyası'nın ana hatları ve yerlerin adlandırılması üzerinde çalışmalar yapmak amacıyla toplanmıştı. Bu çalışmanın sonucunda Türkiye'nin üç tarafının denizlerle çevrilmiş olması, dağların Anadolu'nun iç kesimlerini kıyılardan ayırması, iklim, ulaşım ve bitki örtüsü gibi kriterler dikkate alınarak Türkiye'nin coğrafi bölgeleri belirlenmiştir.
Bölgeler ve bölümler
Doğal, beşerî ve ekonomik özellikler yönünden sınırları içinde benzerlik gösteren geniş alanlara bölge denir. Sınırları içinde benzerlikleri olan ancak bölgenin diğer yerlerinden farklı olan küçük alanlara ise bölüm denir. Birinci Coğrafya Kongresinde Türkiye coğrafi 7 bölgeye ve 21 bölüme ayrılmıştır.
Akdeniz Bölgesi:
Antalya Bölümü, Adana Bölümü
Doğu Anadolu Bölgesi:
Yukarı Fırat Bölümü, Erzurum - Kars Bölümü, Yukarı Murat - Van Bölümü, Hakkâri Bölümü
Ege Bölgesi:
Ege Bölümü, İç Batı Anadolu Bölümü
Güneydoğu Anadolu Bölgesi:
Orta Fırat Bölümü, Dicle Bölümü
İç Anadolu Bölgesi:
Konya Bölümü, Yukarı Sakarya Bölümü, Orta Kızılırmak Bölümü, Yukarı Kızılırmak Bölümü
Marmara Bölgesi:
Yıldız Bölümü, Ergene Bölümü, Çatalca - Kocaeli Bölümü, Güney Marmara Bölümü
Karadeniz Bölgesi:
Batı Karadeniz Bölümü, Orta Karadeniz Bölümü, Doğu Karadeniz Bölümü

Bölgeler ve iller

Türkiye'nin coğrafi bölgelerinin sınırları illerin idari sınırları doğrultusunda belirlenmemiştir. Bu nedenle birçok il birden fazla coğrafi bölgenin içinde olabilir. İl merkezleri baz alındığında bölgelerin kapsadığı alanlardaki iller şunlardir.

Akdeniz Bölgesi

Akdeniz Bölgesi
Adana
Antalya
Burdur
Hatay
Isparta
Kahramanmaraş
Mersin
Osmaniye

Doğu Anadolu Bölgesi

Doğu Anadolu Bölgesi
Ağrı
Ardahan
Bingöl
Bitlis
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Hakkari
Iğdır
Kars
Malatya
Muş
Tunceli
Van

Ege Bölgesi

Ege Bölgesi
Afyonkarahisar
Aydın
Denizli
İzmir
Kütahya
Manisa
Muğla
Uşak

Güneydoğu Anadolu Bölgesi

Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Adıyaman
Batman
Diyarbakır
Gaziantep
Mardin
Siirt
Şanlıurfa
Şırnak
Kilis

İç Anadolu Bölgesi

İç Anadolu Bölgesi
Aksaray
Ankara
Çankırı
Eskişehir
Karaman
Kayseri
Kayseri
Kırıkkale
Kırşehir
Konya
Nevşehir
Niğde
Sivas
Yozgat

Marmara Bölgesi
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Bilecik
Bursa
Çanakkale
Edirne
İstanbul
Kırklareli
Kocaeli
Sakarya
Tekirdağ
Yalova

Karadeniz Bölgesi

Karadeniz Bölgesi
Amasya
Artvin
Bartın
Bayburt
Bolu
Çorum
Düzce
Giresun
Gümüşhane
Karabük
Kastamonu
Ordu
Rize
Samsun
Sinop
Tokat
Trabzon
Zonguldak

Bölgelerin yüzölçümleri
Göller dahil Türkiye'nin kapladığı alan 814.578 km²'dir. Bu alanda;
Marmara Bölgesi %8,5,
Ege Bölgesi %12,
Akdeniz Bölgesi %16,
İç Anadolu Bölgesi %18,
Karadeniz Bölgesi %18,
Doğu Anadolu Bölgesi %21,
Güneydoğu Anadolu Bölgesi %7.5 yer tutar.

Bölgelerin isimlendirilmesi
Türkiye'nin yedi coğrafi bölgesinden dördüne komşu olduğu denizin adı verilmiştir (Akdeniz Bölgesi, Karadeniz Bölgesi, Ege Bölgesi, Marmara Bölgesi). Diğer üç bölge de Anadolu bütünü içindeki konumlarına göre adlandırılmışlardır (İç Anadolu Bölgesi, Doğu Anadolu Bölgesi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi). Türkiyenin yön isimlendirmesinde Doğu şark, Batı Garp, Güney Şimal, Kuzey Yıldız olarak adlandırılır.

Bölgelerde nüfus
Türkiye’deki coğrafi bölgeler arasında nüfus miktarı ve yoğunluğu yönünden önemli farklar bulunmaktadır. Bu farklarin oluşmasında fiziki faktörler (iklim özellikleri, yerşekilleri, toprak özellikleri) ve beşeri faktörler (sanayileşme, tarım, yeraltı kaynakları, turizm, ulaşım) önemli rol oynarlar. Nüfusun en yoğun olduğu bölge Marmara Bölgesi en seyrek olduğu bölge de Doğu Anadolu Bölgesidir. Marmara'nın kalabalık bir nüfusa sahip olmasında İstanbul önemli bir rol oynar.

Bölgelerin özelliklerinden bazıları
Türkiye'nin coğrafi bölgelerinin karakteristik özelliklerinden bazıları şöyle sıralanabilir:
Alanı en büyük bölge: Doğu Anadolu Bölgesi
Alanı en küçük bölge: Güneydoğu Anadolu Bölgesi
En yüksek bölge: Doğu Anadolu Bölgesi
En alçak bölge: Marmara Bölgesi
En uzun kıyılara sahip bölge: Ege Bölgesi
En fazla yağış alan bölge: Karadeniz Bölgesi
Yazın en sıcak bölge: Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Kışın en ılık bölge: Akdeniz Bölgesi
En soğuk bölge: Doğu Anadolu Bölgesi
Orman varlığı en zengin bölge: Karadeniz Bölgesi
Orman varlığı en fakir bölge: Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Güneşlenme süresi en kısa bölge: Karadeniz Bölgesi
Güneşlenme süresi en uzun bölge: Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Heyelanın en çok görüldüğü bölge: Karadeniz Bölgesi
Volkanizmanın en etkin olduğu bölge: Doğu Anadolu Bölgesi
Seracılığıın en fazla yetiştiği bölge: Akdeniz Bölgesi
Nüfusu en kalabalık bölge: Marmara Bölgesi
Nüfusu en az olan bölge: Doğu Anadolu Bölgesi
İklim çeşitliliği en fazla olan bölge: Marmara Bölgesi
Enerji tüketimi en fazla olan bölge: Marmara Bölgesi
Maden zenginlikleri en fazla olan bölge: Doğu Anadolu Bölgesi